Şimdi bu yazdıklarıma gericilik filan diyenleriniz olacaktır.
Ama ben yine de içimden geçenleri yazayım.

Osmanlı İmparatorluğu ilahiyat, matematik, fizik, astronomi, coğrafya ve tıp gibi bilimlerde ileri seviyelerde iken duraklama (1680-1830 gibi) ve gerileme (1830-1922 gibi) dönemleri gelişir. Tamamen sömürü temeline dayalı organize bir uluslararası dayanışma ile ekonomik seviyelerini yükselten batılı emperyalist ülkelerin bu dönemde buharlı makinelerle özdeşleştirilen gelişmeleri, Osmanlı'da varoluş esas alındığından ve sık sık savaşmak zorunda kalındığından, sanayi devriminin (1760'lar) kaçırılmasına sebep olur. Bu bir bahane veya neden-sonuç ilişkisi bağlamında bu zaman dilimindeki Osmanlı Sultanları'nın sahip oldukları toprakları siyaseten yönetememe başarısızlıklarını yok saymamıza neden olmamalıdır. Ancak, hiçbir şey için hiçbir zaman geç olmayacağı göz önüne alınarak durum farkedildiğinde çalışılmaya başlanması gerekmektedir. Bu yapılmamıştır.

Dediğim gibi hiçbir zaman geç değildir. Arşivlerde inanılmaz teknik bilgiler, bilimsel araştırmalar, tıp dehalarının kitapları, astronomi, matematik alanlarında yazılmış eserler vardır. Her ne kadar buharlı değilse de mekanik olarak tasarlanmış mükemmel aletler ve düzenekler mevcuttur. Osmanlı, sistematik çalışmanın en iyisini yapan devletlerden biridir ve arşivleri çok düzenlidir. Bu nedenle bu arşivlere ulaşılmasının engellenmesi Osmanlı torunlarının daha da geride kalmalarını ve sömürüye açık hazır pazar olmasının kapısını ardına kadar açacaktır.

23 Nisan 1920'de ilan edilen bağımsızlık ve açılan Millet Meclisi, 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilan edilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti olmamıza ve parlementer sisteme geçmemize olanak sağlar ve devrim olarak nitelendirilir.

1 Kasım 1928 tarihinde, o güne kadar Osmanlıca olan alfabe, latin harfleri ile değiştirilir. Yani Meclisin açılmasından 8 sene, Cumhuriyetin ilanından 5 sene sonrasından bahsediyorum. Yapılan eğer bir devrim olarak tanımlanıyorsa, kendisini de revizyondan geçirmiştir, hem de defalarca.

Dediğim gibi hiçbir şey için geç değildir. İşte burada 1299-1928 arası yaşanan 629 yıllık bir imparatorluk tarihi, o tarihte okuma yazma bilmeyen ve okuma öğrenme yaşında olmayan çocuklardan başlamak üzere zaten çoğunluğu cahil olan halkın direkt ulaşımına kapanır. Geçmişinizi öğrenmek için artık Osmanlıca okuma ve yazma öğrenmeniz ve Osmanlıca diline hakim olmanız gerekecektir. Bu sayede tarih, Türk gençleri için yeni Türkiye ile birlikte yeniden başlayacaktır. Oysa, tarihini bilmeyen nesiller ülkesine de sahip çıkamaz.

Zaten, istenen Osmanlı'nın hiç mi hiç hatırlanmamasıdır. Batılı emperyalistlerin bu konuda hiç hatırlamak istemedikleri ve çok ta büyük hınçları vardır. Bunu, 1919'da Bursa'ya gelen ve kuruluşundan bu yana aradan geçmiş olan 629 seneye rağmen, Bursa'da Osman Gazi'nin sandukasına tekme atarak "Ordularımız Bursa’ya hakimdir. Şu anda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını aldım." diyen Yunanlı General Venizelos'un oğlu Sofokles'e bakarak çok net bir şekilde söylemek mümkündür. Yunanlılar, kendi alfabelerini hiç değiştirmemişlerdir ve her Yunanlı çocuk gibi 629 sene önce ne olduğunu Sofokles te kolaylıkla araştırıp öğrenebilmektedir.

Kimse bana Atatürk bunu yaptığında alfabeyi değiştirerek medeniyet seviyesine ulaşmamızın önünü açtı filan falan demesin.
Bilfiil Atatürk'ün kendisi Osmanlıca eğitim almış bir askerdir ancak bu onun Fransızca'sının son derece ileri seviyelere gitmesini engellememiş, onun medeniyet anlayışının gelişmesinin önünü kapatmamıştır. J. J. Rousseau'un kitaplarının üzerine el yazısı ile ve Osmanlıca aldığı notlar Anıtkabir'in altındaki müzede, çalışma odasında ziyaretçiler tarafından halen görülebilmektedir.
Ayrıca, eğer latin alfabesini kullanmayan ülkeler medeni olamaz tezini savunursak bu gün Rusya, Çin, Japonya, Kore, Yunanistan, Tayland, İsrail ve benzeri farklı alfabeler kullanan ülkelerin de ortaçağ'dan ileri gidememeleri gerekmekteydi sonucunu çıkarmamız çok ta yanlış olmamaktadır.

Bunları Atatürk'ü kötülemek için yazmadığımın bilinmesini isterim, ancak insan olduğunu ve bilfiil kendisinin "Benimle ilim arasında kalırsanız, ilimi seçiniz" sözleriyle ilimin önemini vurgulamasından anlayabilmekteyiz. Sadece, bana göre ülkenin bekası için hayati bir hata yaptığına inandığımı söylemekteyim. Söylemine bakarsak, araştırılacak ilim sadece Batı'da gibi bir anlam çıkartmaktayız çünkü.

Sonuçta ne olur ? 1929'a kadar okuma yazmayı Osmanlıca olarak öğrenmiş ve zaten o zamanlarda dahi kendilerini okumamış halktan üstün gören kitle, halkın büyük bir kesimine inanılmaz büyük bir farkla maça başlamış, bunun devamında da gerek sosyal statülerini korumak ve gerekse maddi güçlerini arttırmak için ellerindeki imkânları kaybetmemek adına eğitim politikalarını "geliştirmeye çalışıyor" görünerek baltalama faaliyetlerinin öncüleri olmuşlardır. "Benim oyum dağdaki çobanla bir mi?" anlayışı o günlerden kalmıştır. Oysa Atatürk, "Köylü milletin efendisidir" söylemini ön plana çıkarmaya çalışmışsa ve  bunların önünü almaya çalıştıysa da tek başına kalmaktan kurtulamamıştır. Zaten çok geçmeden de "Beni Türk doktorlarına emanet edin" diyecek kadar kasıtlı yanlış tedavilere maruz kaldığını anlayacaktır ve "ne yazık ki" çok erken bir şekilde hakkın rahmetine kavuşur. İşte okumuşlar ya da elitler diyeceğimiz bu güruh, Atatürk'ün vefatını müteakip, daha naaşı henüz Dolmabahçe Sarayı'nda iken ve Yavuz zırhlısına yüklenmeden bir gün önce saraydaki Atatürk büstlerini yıktırmaktan ve hurdacılara satmaktan hiç mi hiç çekinmemiş, 2 sene kadar sonra da, Atatürk'ü "Amerikan Mandasına" ikna etmeye çalışan hatta bu konuda mektup yazmaya cesaret edecek kadar "vatansever" Halide Edip Adıvar'ı bilfiil Atatürk tarafından vatandaşlıktan çıkartılarak sürüldüğü Avrupa'dan geri getirip İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin İngilizce Bölüm Başkanlığı'na getirmekten utanmamıştır.

Bu zihniyetin temsil ettiği elitist asalet anlayışı, bilfiil hayatımda "hariciyeci" olamamama neden olmuş bu nedenle de Üniversite 3. sınıfa kadar başarıyla geçen eğitim hayatım, "geçmişimde paşa, hariciyeci vbg olmadığı için" hariciyeci olamayacağımı söyleyen rahmetli Turan Güneş hocamın dudaklarının arasında bitmiştir. Okulumun son iki senesini tamamlamam bu nedenle 4 yıl sürmüştür. Benim okul dönemimde de liyakat anlayışı budur yani değişmemiştir. Yıl 1980...

Ve tabii ki, 1938-1950 arası eğitim alan tüm çocuklarımız bu zihniyetin yazdırdığı tarih dersleriyle büyümüş, Osmanlı Sultanları'nı vatan haini olarak bellemiştir. Bu daha sonra da değişmemiştir, çünkü elitist paşazadeler her karşılarına çıkan alternatif iktidar partilerini darbelerle alaşağı ederek kendi varlıklarını devam ettirmeyi başarmışlardır.

1938'den 1950'ye kadar tek parti olarak devleti yönetenler, 1950'de Demokrat Parti'ye kaybettiği seçimin rövanşını 1960 darbesiyle almıştır ve çapkın, vatan haini, öğrencileri kıyma makinesinde kıyma yaptığı gibi saçma sapan bahanelerle halkın çok sevdiği başbakan Menderes idam edilmiştir.

Bunlarla uğraşan yeni Türkiye'nin, Köy Enstitüleri'nde komünist yetiştiren, kızlarla erkekleri bir arada okutan idealist, kendisini eğitime adamış eğitimcilere hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Hepsi tasfiye edilmiş, çoğu uzak şehirlere sürülmüşlerdir. Çünkü, eğitimli kitleler feodal ağalık sistemini sorgulayacak, gelir dağılımındaki eşitsizliğe isyan edecek belki de baş kaldıracaklardır. O zamanki millet meclisinde ağalar çoktur. Eğitim, belki de halen olduğu gibi, devlet bütçesinden en az payı alan bakanlık olarak konu mankenliğinden öteye gidememiştir.

İşte bu ahval ve şerait içinde yetişen gençlerin Avrupa toplumlarına hayran, onlar karşısında ezik olmasını beklememek saflık olurdu. Çünkü eşitlik, adalet, hak, hukuk, medeniyet hep Avrupa'da gösterilmekte ve bizde ne yazık ki bunların hiçbiri olmadığı empoze edilmektedir. Afrika'yı, Hindistan'ı, Güney Amerika'yı sömüren, hazinelerini altınla dolduran, bu yolda insan hayatını hiçe sayan, köle tacirliği yapan, dini inanışı farklı diye soykırımın en nadide örneklerini sergileyen Avrupa'lının ve Batı'nın bu yüzü, muassır medeniyet hedefine odaklanmış Türk gençlerine gösterilmemiştir. Çünkü, propaganda böyle bir şeydir. Bu gün bile hala Türkiye'de 24 Nisan gününü Ermeni Soykırımı tezini ima ederek 100 kuruluş yıldönümünü kutladığımız Büyük Millet Meclisi'mizin ana muhalefet partisi üyesi olup, TBMM'nin açılışı olan 23 Nisan günü tweet atan ve ne yazık ki bunu Atatürk'ün kurduğu partide yapan insan müsveddeleri mevcutken, o günlere çok şaşırmamak lazım.

Bu nedenledir ki, eğitim sistemi tarafından empoze edilen bu eziklik psikolojisi, gençlerin bilimsel, sistematik ve metodik çalışmaya odaklanması yerine, taklit etmeye odaklanmasına neden olmuştur ve bu günümüzde ne yazık ki Amerikan aksanıyla Türkçe konuşmaya kadar düşmüştür. Çünkü hedef onların çalıştığı gibi çalışmak değil onların yaşadığı gibi yaşamak, onların giyindiği gibi giyinmektir. Bu kadar yüzeyseldir. Günümüz gençliğinin tek önemsediği, sosyal medyada ne kadar fazla tıklanacağının hesabı temelinde kalmıştır.

Buradan kurtulmanın yolu, halen daha geç olmadığının bilincine vararak, kendi tarihini adam gibi öğrenip, bilimsel konularda kendisini adam gibi yetiştiren ve kültürüne, tarihine önem veren, kendi toplumuna değer veren, eğer eksik bir şey gördüyse eleştirmek yerine onu gidermeyi kendine toplumsal bir görev edinen, cahil gördüğünde eğitmeyi becerebilen, kendini yüceltmeyi toplumunu yüceltmek amacıyla önemseyen herşeyden önemlisi de kendi anasını babasını "köylü, yandaş, yalaka ve benzeri" yakıştırmalarla aşağılamayan nesillerin "kendilerini yetiştirmeyi başarıp başaramayacağına" bağlıdır. Çünkü hepimiz biliyoruz ki; okullarda sadece kaynaklar gösterilmekte, öğrenci bu kaynaklara bakarak ve bunlara ek kendi kaynaklarını da araştırarak "kendisini" yetiştirmektedir. Diplomalı cahil olmaktan öteye gitmek arzusunda olan gençler, bu memleketi kurtaracak olan gençler ya da genç kalanlardır.

Bir önemli dipnot !
Sistematik çalışmanın ve Mühendislik kavramının en güzel örneklerinden biri olan DIN (Alman Standartlar Enstitüsü)'nün kuruluş tarihi 22 Aralık 1917 Cumartesi'dir.
O tarihte Osmanlı ne ile uğraşmaktadır ;

22 Aralık 1917 Cumartesi.
Mustafa Kemal Paşa'nın, Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetindeki heyete dahil olduğu ve beraber Essen'deki ağır silâh yapımıyla ilgili Krupp Fabrikalarını ziyareti.

Sabahleyin, konukları Essen’e götürecek özel tren hazırdı. Kuzeye doğru, Rhein ovası geçilerek Rhein nehri boyunca Essen’e gidilecek, Essen’de Alman ve Türk Savaş cephelerinin ağır silâhlarını yapan Krupp Fabrikaları gezilecekti. Uzunca bir yol olduğu için konuklar erkenden hazırlanmış, kahvaltılarını almışlardı. Strasburg Garı’nda kısa bir veda töreninden sonra trene bindiler. Yol boyunca Mannheim, Mainz, Koblenz, Köln, Düsseldorff şehirleri geçildi. Öğleden sonra Essen’e girildi. Gar’da, Belediye Başkanı, Krupp Fabrikası ileri gelenleri karşıladılar. Doğruca Krupp Fabrikalarına gidildi.
Krupp ailesi adına, Baron Gustav Krupp von Bohlen’in sahibi bulunduğu Krupp Fabrikaları, savaş boyunca, bütün üretimini ağır harp sanayiine vermişti. Türkiye’nin de silâh siparişleri vardı. Birkaç yıl önce, Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın da bulunduğu bir Türk parlemento heyeti, Almanların daveti üzerine Essen’e gelmişler, Krupp Fabrikalarını ziyaret ederek, dökülen Türk toplarını yerinde görmüşlerdi. Bu toplar Çanakkale Savaşlarında çok işe yaramıştır. Şimdi Türk Heyeti de siyah gözlükler takarak dökümhaneyi yerinde izliyorlardı.
Veliaht Vahdeddin, verilen izahatı dikkatle dinliyor, Mustafa Kemal Paşa, bazı silâhlar üzerinde fikirlerini söylüyordu. Fabrika üç vardiya ile çalışıyor, bu vardiyaların tümünde yetmiş beş bin işçi bulunuyordu. Bunun otuz beş bini kadındı. Savaş nedeni ile kadın işçilerden çoğu ağır sanayinin zor işlerini üstlenmişlerdi.
Saatler geçti, akşam olmuştu. Fabrika sahibi Krupp von Bohlen konukları, kendi köşkü olan Villa Hugel’e davet etti.
Villa Hugel’de yüz kişilik bir sofra hazırlanmıştı. Türk Heyeti yemekten sonra, gece yansına doğru Berlin’e hareket etti.
Bilindiği üzere, Veliaht Vahdettin, Mehmet V. Reşat'ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918'de Osmanlı tahtına çıktı ve bu sırada 1. Dünya Savaşı devam etmekteydi. Müttefik olduğumuz Almanya'nın savaşı kaybettiği ise kesinleşmişti. Ve bilfiil Atatürk tarafından vatan haini ilan edilmiştir.

Ben böyle düşünüyorum.

01/04/2020
Covid19 salgını dolayısıyla evde tecrit halindeyim...


Like it on Facebook, Tweet it or share this article on other bookmarking websites.